Aşk çok yüzsüz bir şeydir. Çağırınca gelmez. Beklenmedik yerde, umulmadık zamanda giriverir. Kapıdan mı, başka yerden mi girer bilinmez ama kapıyı çalmadığı kesindir. Hava gibidir, girişini engelleyecek kilit yoktur. Öylesine yüzsüzdür ki kovmakla gitmez. Oduna çakılmış çivi gibidir, onu sökebilecek keser bulunamamıştır.
Aşk onu en beklenmedik yerde, ölüm döşeğinde; en beklenmedik zamanda, sarı yaprak zamanında buldu. Mutlu bir çocukluk dönemi geçirmişti ama ne lise yıllarında, ne de üniversite sıralarında onun gönlünü çelmeyi başarabilen çıkmamıştı. Bunda belki de ailesinin aşiret yapısı etkili olmuş, beğendikleri de ona yaklaşmaya cesaret edememişlerdi. Kim bilir, belki de hayata tepeden bakıyor olmasındandı.
Henüz 25 yaşlarındayken tedavisi olmayan ölümcül bir hastalığa yakalandı. Hekimler durumunu saklamaya gerek görmedikleri gibi ona ömür de biçmişlerdi: Birkaç ay içinde ölecekti. İnsafsızca bunları onun yüzüne söylerlerken ömrünün son aylarını dilediği gibi yaşamasını tavsiye etmeyi de ihmal etmemişlerdi. Uzman hekim dayısı ve doçent psikiyatr halaoğlu başta olmak üzere annesi, teyzesi ve ağabeyleri kızlarının, arkadaşları da arkadaşlarının son döneminde onu teselli edecek söz bulamıyorlardı. Koskoca tıp yalan söyleyecek değildi ya. Bütün umutlar tükenmiş, çaresizliğin dipsiz kuyusuna düşmüşlerdi. Biricik kızları, arkadaşları göz göre göre gidiyordu. Ne servetleri, ne duaları para ediyordu. Kız da artık öleceğine inanmaya başlamıştı ki çok uzaklardan “sen ölmeyeceksin!” diye gürleyen bir ses duyuldu. Kız, taa iliklerine kadar titrediğini hissetti.
Şiir, şairinin kişiliğini de yansıtır. Okuyucu bunu görmese de sezer. Kendisi de şair olan kız, şiirlerdeki kimliği herkesten çok seziyordu. Şiirlerini okuduğu ve beğendiği bir şaire mektup yazmış, aldığı cevaptan sonra da mektuplaşmayı sürdürmüştü. Mektupların sayısı arttıkça şaire de hayranlığı artmıştı. İşte bu gür ses ondan geliyordu ve devam ediyordu: “Onlar bilmez! Sen kesinlikle iyileşeceksin! Ben buna inanıyorum. Yeter ki sen de inan!” Sözleri o kadar kesindi ki inanmamak elde değildi. Kendisini ölüme hazır hissetmiyordu. Kim ölüme hazır olabilirdi ki… Sese inandı.
Her gün telefonla konuşuyorlardı. Değil her geçen gün, her geçen saat ayaklarının yere daha sağlam bastığını fark ediyordu. Hekimler de durumu görmekte gecikmediler. Tedavisini reddettikleri kıza bir kür denemeye karar verdiler. Sonuçlar şaşırtıcıydı. Kız iyileşiyordu ama tahliller, verilen ilaçları reddettiğini de gösteriyordu. Kısa bir süre sonra da kız, iyileşmesi tıbba göre imkansız olan hastalığı yenmeyi başardı.
Bu adam eli öpülesi bir adamdı. Ne kadar takdir edilse azdı ve gösterilebilecek en büyük saygıyı hak ediyordu. En azından kızın yakınları böyle düşünüyorlardı. Adam ise görevinin bittiğini düşünüyor, kızı üzmeden nasıl gidebileceğini hesaplıyordu. Kader olgusunda bazen hesaplar tutmayabiliyordu. Adamın hesabı da tutmadı. Kızın başından çok üzücü bir olay geçmiş ve hastalığı yeniden nüksetmişti.
Adam, kızın kendisine olan sevgisinin yanındaki hedef, beklenti ve isteklerin de değiştiğini fark etmişti. Bu aşktı. Olmamalıydı ama olmuştu. Suyun akışının engellenemeyeceğini ama yön verilebileceğini adam biliyordu. Adam şunu da biliyordu: Aşk da önlenemezdi. Belki suda olduğu gibi yön verilebilinirdi. Aşkı diğer sevgiden ayıran, sevilenle ilgili çizilen hedef ile ondan beklenti ve isteklerdir. Beklenti ve istekler değiştirilebilinirse aşka da yön verilebilinirdi. Yine de belkiydi ama denenmeliydi. Bir taraftan onu iyileşeceğine iman ettirirken, bir taraftan da beklenti ve isteklerini değiştirmek için çalışmaya başladı.
Yine hesap tutmadı. Kızın ailesi, kızın aşkını anlamışlardı. Nasıl olur da biricik kızları kendinden 20 yaş büyük bir adama aşık olabilirdi? Akıl alacak gibi değildi. Muhakkak ki bu herif kızlarına büyü gibi bir şey yapmış olmalıydı. Bu herif nasıl damatları olabilirdi? Ele güne ne derlerdi? Sorular birbirini kovalıyor, karşılık bulunamayan her soru öfkelerini biraz daha kabartıyordu. Hiç kimsenin aklına “o herif”in damat olmak isteyip istemediği gelmiyordu. Kızın hastalığı unutuluverdi. Yapacakları hareketin doğuracağı sonuçları düşünebilecekleri çizgiyi çoktan geçmişlerdi. Adamı kızlarını kandırmakla suçlayarak tehdit ettiler ve kızla bir daha görüşmesini engellediler. Böylece istemedikleri bu aşkı kızlarının yüreğinden sökebileceklerini sandılar. Davranışlarıyla zaten az olan biricik kızlarının yaşama şansını da yok ediyorlardı. Hareketlerinin onu psikolojik olarak çökerteceğini, bu çöküşün de ölüm getireceğini biliyorlardı ama bilincinde değillerdi. Adam, kızlarından beklenti ve isteklerine o kadar tersti ki dimağları ister istemez köreliyordu. Keşke hiç sevmeseydiler demenin anlamı da yoktu.
Tehditlere boyun eğmeyen adamın kızın ailesi ve arkadaşlarıyla yaptığı mücadelesi aylarca sürdü. Damat olmayı düşünmediğini anlatmaya çalıştı. Attığı her adım çelik bir yaya çarpmış gibi hızla geri dönüyor, dönerken de yanında hakaretleri de sürüklüyordu. Karşısındakiler anlama melekelerini çoktan kaybetmişlerdi. Kızları için hedefledikleri damat adayı genç, yakışıklı, kültürlü ve belki de köklü bir aileye mensup olmalıydı. Bu adamda bunların hiç biri yoktu. Bir zamanlar kendisine saygı duyduklarını, kızları için yaptıklarına defalarca teşekkür ettiklerini çoktan unutmuşlardı.
Kıza adam hakkında öyle şeyler anlatıyorlardı ki kız, nasıl bu kadar aldanabildiğine hayret ediyor, çok sevdiği ağabeyinin, dayısının ve teyzesinin yalan söyleyebileceklerini hiç düşünemiyor, kendisine anlatılanlara tereddütsüz inanıyordu. Hayal kırıklığı o kadar büyüktü ki yaşamayı anlamsızlaştırıyordu. En çok sevdiği kişi tarafından ihanete uğramıştı. O, gönül komşusunu yıkmıştı. Adamın kendisini aramayışını da anlatılanların doğru olduğuna yorumluyordu. Eğer kendisini seviyor olsaydı mutlaka arardı. Ne kadar korkakmıştı diye düşünüyordu. Umutlarının un ufak edildiğini, sevdasının yüreğinde acımasızca ezildiğini hissediyor, dünyadan elini eteğini çekiyordu. Öbür taraf şüphesiz ki bu taraftan daha güzel olmalıydı. Ölmeliydi.
Bir taraftan adamı suçlarken bir taraftan da ölmeye karar verdiğini haykırıyordu. Ancak onu sevenlerin hayal kırıklığı o kadar derin, öfkeleri o kadar doruktaydı ki duymuyorlardı. Onlar sağırdılar. Çok sevdikleri kızlarının gözlerinin önünde solup gitmesini görmüyorlardı. Onlar kördüler.
Adam duyduğu her suçlama karşısında derinden kırılıyor ama sevmekten vaz geçmiyordu. Onu yeniden hayata bağlamak için ona ulaşmanın bir yolunu bulmaya çalışıyordu.
Sonunda aşk önünde yenildiklerini anladılar. Adam ile kızlarının yeniden görüşmesine izin verdiler. Aslında anladıkları aşka yenilmeleri değildi. Kızlarının hastalığı iyice ilerlemiş, sayılı günleri kalmıştı. “Onun yaşaması için her şeyi yaptık” diyebilmeleri için adamı da kullanmaları gerektiğini biliyorlardı.
Kız, en keskin ağrı kesicilerin bile dindiremediği acılarına rağmen sevdiğiyle barışmış olmaktan mutluydu. Görüşmelerine izin verilirken ailesi, daha önce söylediklerinin yalan olduğunun ortaya çıkacağını fark edememişlerdi. Artık ikisi de kendilerine büyük bir oyun oynandığının farkındaydılar. Kız, ailem dediği kişilerin, can arkadaşım dediklerinin kendisinden ne kadar uzakta olduklarını yüreğinde dönüşü olmayan burkulmayla seziyordu. Canı yanıyordu ama bu acı, hastalığından kaynaklanmıyordu. Tek yakını bu adamdı ve o, onu ne kadar çok kırmıştı. Ağlıyordu da neden gözlerinden yaş akmıyordu?
Kız, gittiğinde üzülmemesi için adamdan söz aldı. Aylar boyunca onu çok üzdüğünün bilincindeydi. Bundan sonra üzülmemeliydi. Ailesi ve arkadaşlarına mezarına gelmemelerini, kendisinin iyiliği hakkında bile konuşmamalarını vasiyet edip onlarla hesabını Mahşer’e bırakarak herkesin mutlaka gideceği o yere gitti.
Hiç değilse son günlerini mutlu yaşamış olması adamın biricik tesellisi olarak kaldı ve üzülmedi. Zaten yerine getirebildiği tek söz de buydu. Zaman geçtikçe onu her hatırladığında anılarının sadece suçlamalar ve hakaretlerden ibaret kaldığını gördü. Dünyaya gülücüklerle baktıkları hatıraları yok olmuştu. Onların anıları hoyrat ellerce kirletilmişti. Her hatırlayış kırgınlığını biraz daha arttırıyordu. Kızı bağışlamıştı. Onu hâlâ hiç kimseyi sevmediği kadar seviyor, hiç kimseyi özlemediği kadar özlüyordu ama Mahşer’de bile onunla karşılaşmak da istemiyordu.